Bütün derim soyulup, bir kasabın vitrininde sergilenmeden biraz önceydi...Bir gündüz vakti, soğuk bir havada çarşıda koşturuyorum, kolum falan kopmuş, ciddi kan akıyor, e öbür elimde de pek parmak olmadığı için mecburen ağzımla taşıyorum henüz yeni kopan kolumu. (Benim çok faydalı hobilerim var, siz de yapın!). En yakın hastanenin ya da veterinerin yerini hatırlamaya çalışırken, ah tabii her tarafım kan olmuş, yerlere damlıyor kanım..öyle ki, kanım sanki vücudumdan bıkmış, bir yolunu bulayım da kaçıp gideyim diye düşünüyor. ve koşmaktan bayılacakmış gibi oluyorum.
Neyse işte bir ara avazım çıktığı kadar bağırıyorum çarşının ortasında, bana gözlerinin ucuyla bakan insanlar birer adım uzaklaşıyorlar benden. (Bir başka nedenden dolayı tektestisliyim, ama henüz o yanımı görmediler). Ne bağırdığım pek anlaşılmıyor ama ben eminim ki “Polisi kim çağırdı ulaaan??!” diye kendimi yırtıyorum. Bağırmak için ağzımı açtığımdan, kolum yere düşüyor, kirleniyor. Tıpkı masallardaki gibi...Ağzımdan istemdışı bir hırıltı ve bir miktar salya çıkıyor. Yere zar zor çömelip kolumu tekrar ağzıma alıyorum. Kırmızı gözlerimle kırmızı gözlerle bakışıyorum.
Tam o sırada çirkin, gözlüklü bir adam görüyorum, dikkatimi cezbediyor. “Yüzdük yüzdük, en sonunda kuyruğuna geldik dün..” dediğini duyuyorum, ‘belli ki nerede yüzdüğünü bilmiyor bu adam’ diye geçiriyorum içimden..insan yüzerek neyin kuyruğuna gelir? Bunu daha sonra anlayacaktım. Adama arkadan yaklaşıyorum, ağzımdaki kolla eğilip, adamın kıçına pandik atıyorum. Oldukça şaşırtıcı buluyor bu davranışımı. Hatta cebindeki eski püskü cüzdanından bana imzalı bir fotoğraf vermeye çalışıyor, alamıyorum ellerim dolu tabi. Konuşamıyorum da. Pantolonumun cebine kendisi yerleştiriyor fotoğrafı. O anda çarşı esnafından birkaç kişi adamı yaka paça tutup götürüyorlar. (Lütfen beyninizin ayarıyla oynamayın, parazitlenme metnin orjinalinden kaynaklanmaktadır).
Hastaneye az bir mesafe kaldı artık, hissediyorum. Sonra garip bir soğukluk akıyor içime, kopuk kolumun üşüdüğünü hissediyorum. Eskiden kolumun olduğu yerdeki bütün kanlar pıhtı olmuş. Kopuk kolum! EVET! Aramızdaki iletişim devam ediyor! Beni ağzımdan tutuyor, beni o götürüyor hastaneye! Bir an sonra kafamı neden bu işlere bu kadar taktığımı merak etmeye başlıyorum. Kendimi sorguluyorum. Evet, her insanın bir takıntısı, bir kaşıntısı elbette vardır. Asansör kapılarının dikey ve dikdörtgen camlarını bilirsiniz. Hani asansör o kata geldiğinde içerdeki ışık kahverengimsi bir huzme yayar. Neden o camları kırıp elimi kolumu asansör boşluğuna sallandırdım? İnanın ben de bilmiyorum. Asansörlerin alt tarafını ellemek istiyorum. Merak işte...Daha önce de aynı şekilde parmaklarımı kaybetmiştim. Ya da, yok yok, o sefer asansör yukarıya doğru çıkıyordu, beraber yükseldiğimizi hatırlıyorum.
Bir keresinde de bir sevgilim son anda kafasını kurtarmıştı asansör boşluğundan. O günden beri de bir kez olsun aramadı hayırsız. Asansörlerin altının nasıl bişey olduğunu göstermek istemiştim ben ona yalnızca. İnsanoğlu işte, merak ediyor birşeyi, sonuçlarına da katlanması gerekiyor di mi?
Neyse o ara polis gelmiş bana bir güzel ateş açmıştı. Uyarma gereği duymamıştı. Çarşıdakiler beni son derece tehlikeli buluyor olmalıydılar. Önce kolum düştü yere, sonra ben, ve sonra cebimdeki imzalı fotoğraf. John Lennon, fotoğrafının arkasına bir not düşmeyi ihmal etmemişti. Çarşı ahalisi derimi yüzmeye başladı oracıkta. Yüzdüler yüzdüler kuyruğuma geldiler. Güzel yurdumuzun en kokuşmuş entegre et tesisine doğru yola koyulacaktım ben! (Biliyorum John, biliyorum...şarjörlü silahla rus ruleti oynanmaz...).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder